MSN Search

HAYAL EVİME HOŞGELDİNİZ... Şöyle Buyurun... - ÜNLÜ KİŞİLER VE BİLGİLER :):)

ANA SAYFA
ZİYARETÇİ DEFTERİ
İLETİŞİM
HOŞGELDİNİZ
EN GÖZDELER
RESİMLER
ŞAŞI BAK ŞAŞIR
ASTROLOJİ
YARDIM KURULUŞU VAKFI KODLARI
EGLENCE :)
OYUNLAR
SANAL TUR
EN GÜZEL ATASÖZLERİ
DEYİMLER
TEKERLEMELER:);)
ÖZLÜ SÖZLER ; )
ATA'MIN RESİMLERİ
RÜYA TABİRLERİ
BİLGİ YARIŞMASI
CANLI TV
MASAJ NEDiR?
İLGİNÇ BİLGİLER
HALK KÜLTÜRÜ
ÜNLÜ KİŞİLER VE BİLGİLER :):)
DEPREM OLUŞUMU
ZEKA TESTİ :)
VERİMLİ DERS ÇALIŞMA YOLLARI NELERDİR?
SPOR DALLARI
EKMEĞİN TARİHÇESİ
ÇORUM İLE İLGİLİ HERŞEY :)
VAR MISIN? YOK MUSUN?
EĞİTİM HABERLERİ
SENDE BİR İY(İLİK) YAP!
TÜRKÇE-İNGİLİZCE SÖZLÜK
DÖVİZ KURLARI VE HAVA DURUMU
GAZETE
SİTE OYUNLARI
****LİNK LİSTESİ****
ÜYELİK
CHAT(ÇET)
GOOGLEYE KAYIT OL!!!!
YABANCI MÜZİK VİDEOLARI
OTO SOV (SÜPER)
SINAV SONUÇLARI
DÜNYA HARİTASI
E-DEVLET LİNKLERİ
GRUP HEPSİ TAKVİMİ
GİZEM'İN HOBİLERİ :)
ANKETİM
UYDU FOTOĞRAFI / HARİTA



 




Thomas Alva Edison

Hayatı

Thomas Edison, Ohio eyaletinin Milan kasabasında Samuel Ogden Edison, Jr. ve Nancy Matthews Elliott'un (1810–1871) yedinci çocukları olarak doğdu. Yedi yaşındayken ailesiyle birlikte Michigan'daki Port Huron'a yerleşen Edison, ilköğrenimine yaşadığı bir hastalık dolayısıyla geç başladı. Ancak yaklaşık üç ay sonra algılamasının yavaşlığı nedeniyle okuldan uzaklaştırıldı. Kanada'da daha önce öğretmenlik yapmış olan annesi büyük bir zevkle oğlunun eğitimine evde devam ediyordu. Okuması ve tecrübe edinmesi için onu sık sık teşvik ediyordu ve onu sık sık kontrol ediyordu. Derslerinin çoğu çok iyiydi. Son derece meraklı ve yaratıcı kişiliğe sahip bir çocuk olan Edison, 10 yaşına geldiğinde kendisini fizik ve kimya kitaplarına verdi.Bu arada evlerinin kilerinde bir kimya laboratuvarı kurdu. Özellikle kimya deneylerine ve Volta kaplarından elektrik akımı elde etmeye yönelik araştırmalara ilgi duydu; bir süre sonra arkadaşıyla telgraf yaptı ve Mors alfabesini öğrendi. 12 yaşındaysa duymada güçlük yaşamaya başladı. Bunun sebebi olarak birçok teori ortaya atıldıysa da, Edison'a göre kendisi sağır oldu çünkü kendi kulakları tarafından bir tren vagonuna çekilmişti. 12 yaşına geldiğinde ailesine yardım etmek için Port Huron ile Detroit arasında çalışan trende gazete ve şekerleme satmaya başlayan, ömrünü kurtardığı Jimmie Mackenzie tarafından telgraf operatörlüğü işine başladı. Jimmie'nin Michigan'daki Clemen Dağları'nda J.U. Mackenzie istasyon temsilcisi babası, oğlunun Edison'u kendi kanatları altına almasını ve onu yetiştirmesinden çok minnettardı. Edison'un sağırlığı onu etkilemişti ve yanındaki telegraftan gelen sesleri tekrar duyması için onu teşfik etti. Bu dönemde Edison, telgrafıyla uğraştı arkadaşıda yanında ona yardım ediyordu"mükemmel icat adlı yapıtını okudu ve derinden etkilendi. Bunun üzerine bir yandan komşusunun deneylerini tekrarladı bir yandanda kendi deneylerine ağırlık vererek daha düzenli çalışmaya ve notlar tutmaya başladı. O yıllardaki akıl hocalarından biride telegrafcı ve kaşif Franklin Leonard Pope'tu. Kendisi fakirleşen Edison'a çalışması ve yaşaması için Elizabeth, New Jersey'deki yerini kullanmasına izin verdi.

Elektrikli telgrafla alakalı ilk buluşlarından biride borsadaki değerleri kaydeden bir cihazdı stock ticker. Edison'un kabul görmüş ilk icadı elektrikli oy kaydediciydi, 28 Ekim 1868.

Evliliği

24 Aralık 1871 yılında, 2 ay önce tanışmış olduğu 16 yaşındaki Mary Stilwell ile evlendi. Üç çocukları oldu: Marino Estelle Edison (bilinen adıyla Dot), Thomas Alva Edison, Jr. (bilinen adıyla Dash) ve William Leslie Edison. Mary Edison 9 Ağustos 1884'te hayatını kaybetti.

1880'lerde Fort Myers, Florida'dan bir arsa satın aldı ve daha sonra burada kışları kalmak için kendine küçük bir ev inşa ettirdi. Otomobil endüstrisinin büyük adamı Henry Ford yakın bir zaman sonra Edison'un evinin birkaç yüz metre ötesine taşındı. Bu nedenle Edison ve Ford ölene dek arkadaş kaldılar. 24 Şubat 1886 Edison ikinci evliliğini 19 yaşındaki Mina Miller ile gerçekleştirdi. Bu evliliğinden de üç çocuk sahibi oldu: Madeleine Edison, Charles Edison, ve Theodore Edison.

 

Thomas Alva Edison, kariyerine New Jersey'deki New ark’ta otomatik tekrarlayıcı ve geliştirilmiş telgraf cihazları ile mucit olarak başlamıştır. Ancak ona ün kazandıran ilk keşfi 1877 yılında geliştirdiği fonograftı. Bu başarı halk tarafından çok beklenmedik karşılanmış ve genelde büyülü olarak görünmüştür. Edison o zamanlarda yaşadığı şehir olan "Menlo Park'ın Büyücüsü" diye de bilinir. Edison'un fonografı kayıtlarını çok ince, kalay yaprağından yapılmış bir silindire gerçekleştirildiğinden kayıtlar sadece birkaç kez dinlenebilirdi. 1880'lerde balmumuyla kaplanmış karton silindirler kullanılan yeni modeller Alexander Graham Bell, Chichester Bell ve Charles Tainter tarafından üretilmeye başladı. Thomas Edison'un "Mükemmel Fonograf"ı yapmak için çalışmalarına devam etmesinin sebeplerinden biri de budur.

Thomas Edison özgür düşünceli biriydi ve yanlısıydı. İlahiyatçı kesimin çizdiği Tanrı portresine inanmıyordu ancak ulu bir güce olan inancından da şüphe etmiyordu. ruhu çok önemliydin varlığını kesinlikle reddediyordu. İnanışıyla ilgili pozisyonunu Hıristiyan inanışıyla saldırgan agnostisizm arasında bir yer olarak tanımlıyordu.

Menlo Park

 

Edison'un en önemli keşfi Menlo Park, New Jersey'deki ilk endüstriyel araştırma laboratuarıydı. Sürekli olarak teknolojik keşifler ve geliştirmeler-iyileştirmeler yapmak gibi özel bir amaç için kurulmuş ilk kurumdu. Edison birçok icadını resmi olarak bu laboratuarda üretmiş, birçok çalışanı onun direktifleri doğrultusunda bu icatların araştırma ve geliştirmesinde görev almıştır.

Elektrik mühendisi William Joseph Hammer, 1879 Aralık'ında Edisonun labaratuar asistanı olarak görevine başlamıştır. Telefon, fonograf, elektrikli tren, demir madeni ayıracı, elektrikli aydınlatma ve diğer birçok icatta büyük katkılarda bulunmuştur. Hammer'ı özel kılansa elektrik ampulünün icadındaki ve bu aletin geliştirme ve testleri sırasındaki çalışmalarıdır. Hummer 1880'de Edison'un lamba çalışmalarının şef mühendisi olmuş, bu mevkiideki ilk yılında Francis Robbins Upton'ın genel müdürlüğünü yaptığı fabrika 50.000 ampul üretmiştir. Edison'a göre Hammer elektrik ampulünün bir öncüsüdür. 1000e yakın patenti bulunmaktadır.

 

(d. 11 Şubat 1847 – ö. 18 Ekim 1931) 20. yüzyıl yaşamını icatlarıyla büyük bir şekilde etkileyen Amerikalı mucit ve iş adamıdır. Bazı icatları tamamen orjinal olmakla birlikte, eski icatların geliştirilmesi veya yönetimi altında çalışan yüzlerce çalışana aittir. Yine de Edison elinde bulundurduğu kendi adını taşıyan[1] Amerikan patentiyle tarihteki en önemli ve en verimli mucitlerden biri olarak nitelendirilir. Patentlerinin çoğu Amerika'nın haricinde Almanya, Fransa ve İngiltere onaylarına da sahiptir.

***************************


Vincent Van Gogh

       Brabant topraklarının Hollanda tarafında bulunan Groot Zundert köyünde 1849 yılından beri rahiplik eden Theodor Van Gogh, 1851de Saray mücellidi Carbentus'un kızı Anna Cornelia ile evlenmiş, bu izdivaçtan 30 Mart 1853te Vincent Willem doğmuştu. Van Gogh ailesinin kökleri 16. yüzyıla kadar uzanır. Bu adı taşıyanlar içinde ünlü kuyumcular, din adamları hatta sanat tabloları tacirleri bulmak mümkündür. Van Gogh'lar fakir ama dürüst, prensip sahibi ve birbirlerine bağlı insanlardı.

       Vincent daha yürümeye başladığı andan itibaren, başka çocuklara benzemeyen, garip bir yaradılışta olduğunu belli etmeye başladı. Yalnızlıktan hoşlanıyor, en ufak bir şey karşısında hırçınlaşıyordu. Saatlerce tek başına kırlara çıkar, kimsenin birlikte gelmesine tahammül edemezdi. Sadece kardeşi Theo’yu yanından kovmaya eli varmadığı için, yanı sıra yürümesine göz yumardı. Ama saatler süren bu gezintilerde ağzını açıp tek söz etmediği olurdu. Bu garip, inatçı huyu haklı olarak ailesini kuşkulandırıyordu. Okuma çağına gelince önce Groot Zundert köy okuluna, sonra da Zevenbergen’deki bir okula yatılı olarak verildi. Ailesi fakir olduğu için bir an önce hayata atılıp kendi yağında kavrulması gerekiyordu. Bu düşünce ile okuldan alınarak, Den Haag şehrinde bir galerinin müdürü olan Cent adındaki amcasının yanına çırak olarak yerleştirildi. Burası merkezi Paris’te bulunan ünlü Goupil galerisinin şubesi idi. Görevi, mağazaya gelen kitapları sandıklardan çıkarmak, arada bir rafların tozunu almak ve reprodüksyonları sıraya koymaktı. Boş vakitlerinde şehrin müzelerini dolaşmaya başladı. Böylece edebiyatla resim sanatına karşı içinde büyük bir heves uyandı Bu yıllarda bir müddettir Oosterwijck’e yerleşmiş bulunan kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan her biri sanat tarihine geçmiş vesikalardır. Uzun monologlar şeklinde kaleme alınmış bu mektuplar öğretici bir hava taşımaktadır.

       1873 yılının mayıs ayında Goupil’in Londra şubesine gönderildi. Dickens’ın romanlarından tanıdığı sislerle kaplı bu dev şehir onu bir anda büyüledi. Londra’nın fakir mahallelerinde tarif edilemez bir perişanlık içinde yaşadıkları halde, her biri başlı başına bir hayat filozofu olan sefil insanlara karşı büyük bir yakınlık duydu. Aşk konusunda ilk hayal kırıklığını yine bu şehirde tattı. Oturduğu pansiyonun sahibinin Ursula Loyer adındaki kızına bir anda tutuldu. Kız da ona karşı yakınlık gösteriyordu ama sisli bir akşam vakti Thames nehri kıyılarında el ele dolaşırlarken Vincent’in evlenme teklifine Ursula korkunç bir kahkaha ile karşılık vererek sislerin arasında kaybolup gitti. Bu kahkaha Vincent’ın uzun müddet kulaklarında çınladı, kafasını altüst etti. O eve bir daha ayak basmadı. Şuursuzca Thames kıyılarında dolaştı durdu. Bu arada birkaç karalama ayptı, ama hepsini paramparça ederek nehrin bulanık sularına attı. Birkaç gün sonra Hollanda’ya döndü. Ailesi o arada tekrar göç etmiş, bu defa Etten kasabasına yerleşmişti.

       Ursula’nın hayali onu bir kabus gibi kovalıyordu. Zihni iyiden iyiye bulanmaya başlamış, bakışlarına garip bir ifade gelmişti. Çabuk sinirleniyor, en ufak bir şeyden nem kapıyordu. Onu avutan tek şey resimdi. Sehpanın başında her şeyi unutuyor, ama işini bitirince yeniden kara düşüncelere dalıyordu. Ekimde tekrar Londra’ya döndü, gidip Ursula’yı aradı ama boşuna… Kız Vincent’ın yüzünü bile görmek istemiyordu.

II

       Ruhi perişanlık içinde geçen kış aylarından sonra 1875 baharında Goupil şirketinin Paris’teki merkezine tayin edildi. Burada da inzivaya çekildi. Kimse ile konuşmuyor, kendi aleminde yaşıyordu. Tek başına Louvre Müzesine gider, klasik şaheserlerin karşısında saatlerce durur, onları büyük bir hayranlıkla izlerdi.

       Günler geçtikçe dine karşı eğilimi gittikçe arttı. Tek dostu olan Harry Gladwell adında genç bir İngilizle odasına kapanarak saatlerce kutsal kitaptan bölümler okumaya başladı. Çoğu zaman bütün bir gece devam eden bu kıraat, ertesi sabah yorgun düşmesine sebep olduğu için, iş gücünü belirli bir şekilde kırıyor, sinirini büsbütün bozuyordu. Müşteriye karşı lakayt davranmaya, olur olmaz yerde bağırıp çağırmaya başladı. Noel yortusuna doğru izin almaya bile gerek duymadan ailesini ziyarete gitmesi üzerine dönüşte patronu tarafından ilk ihtarını aldı. Kararsızlık içinde geçen birkaç aydan sonra yeniden Etten’a gitti. Bu defa patronunun ihtarına gerek kalmadı. Çünkü istifanamesini göndermişti.

       Ailesi Vincent’ın bu davranışına çok üzüldü. Hele din adamı olmak istemesine bir türlü akıl erdiremedi. Kardeşi Theo Vincent’ın ressam olmasını istiyordu. Ama Vincent’ın cevabı şu oldu: “Ben bu kararı tek başıma almıyorum. İçimde bulunan gizli bir kuvvet bunu bana emrediyor. Bu sebeple babam ve büyükbabam gibi rahip olmam gerekiyor.”

       Vincent ertesi sabah gazetelerde İngiltere’de çalışmak üzere Alman ve Fransız dillerini bilen bir öğretmen arandığına dair bir ilan okudu. Her iki dili de yeteri kadar bilmediği halde hiç vakit kaybetmeden Britanya adasına geçerek Kent eyaletindeki Ramsgate şehrinin bir yatılı okuluna yardımcı öğretmen olarak girdi. Burada daha çok fakir aile çocukları okuyordu. 1876 yılı temmuzunda aynı okul Londra’nın en sefil kenar mahallelerinden biri olan Isleworth’a nakledildi. Vincent burada da işine devam etti. Okulun müdürü, tam Charles Dickens’ın romanlarında yaşattığı cinsten, katı yürekli, gaddar bir adamdı. Bir gün, Vincent’dan öğrencilerin evlerine giderek ailelerinden ders paralarını tahsil etmesini istedi. Vincent idrar ve pislik kokan bu yıkık dökük perişan evlerden daha ilkine ayak basar basmaz irkildi. Gözlerinin önüne serilen bu sefalet tablosu karşısında dili tutuldu. Öteden beri beslediği merhamet duyguları ile dine karşı olan eğilimi bir anda doruğa ulaştı. Artık kararı kesindi. Kendini tamamen dine verecek, yani rahip olacaktı.

       Öğretmenlikten istifa ederek Jones adındaki bir metodist rahibin evine taşındı. İngilizce’yi son derece kötü konuştuğu ve aslında da iyi bir hatip olmadığı halde, fakir mahallelerde, sokak ortasında dini sohbetler yapmaya başladı. Bu konuşmalarında hüzünle ıstırabı, neşe ve mutlulukla kıyaslıyor, bunların çözümlüyor, değerlendiriyordu. Böylece dinleyenlere manevi destek olmaktan çok, istemeyerek, yaralarını büsbütün deşmiş oluyordu.

       Yağmur, çamur, kar, fırtına demeden aylarca bu amatör Mesihlik görevine devam etti. Sonunda da hem ruhen hem bedenen hastalandı. 1876 yılının noelinde perişan bir halde Hollanda’ya döndü. Bir süre Etten’da ailesinin yanında dinlendi. Ama bu aile yetişkin bir insanı uzun müddet besleyecek kadar varlıklı olmadığı için, hiç değilse cep harçlığını çıkarabilecek bir iş tutması gerekiyordu. 1877 yılı başında Dordrecht’teki bir kitapçı dükkanına tezgahtar olarak girdi. Ama burada da sadece birkaç ay barınabildi. Öylesine dine bağlanmıştı ki, papazlar gibi, kapkara cüppeler giyerek dolaşıyordu. Oğullarının bu davranışı karşısında artık başka çıkar yol bulunmadığını anlayan aile, nihayet Vincent’ın rahip olma isteğine boyun eğdi. Amsterdam Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin Protestan Teolojisi Bölümü’ne devam edebilecekti.

       Amsterdam’a giderek amcası Jan’ın evine yerleşti. Üniversite kabul imtihanlarına hazırlanmaya başladı. Okulu vaktinden önce bıraktığı için Yunanca ve Latince’yi kendi kendine öğrenmesi gerekiyordu. Kahredici bir azimle geceyi gündüze katarak çalıştı. İğne, ipliğe dönmüş, sinirleri keman yayı gibi gerilmişti. Grek ve Latin dillerinin temel kurallarını iyiden iyiye öğrenmiş, sınav için lazım olan öbür konulara da gerektiği gibi hazırlanmıştı. Ama sonuç yine de bütün umudunu bir anda kırdı. 1878 Temmuzunda imtihanı verdiği halde, kabul edilenler listesinde adı yoktu, yani üniversiteye alınmamıştı. Hedefine ulaşamamış olmanın üzüntüsü içinde kıvranırken Brüksel’de kısa zamanda misyoner yetiştiren bir okulun bulunduğunu öğrendi. “İnsanlığın ıstırabını dindirmek için rahip olmak şart değil ya” diyerek Brüksel’e gitti. Niyeti üç ay süren bir kurstan sonra Borinage’daki maden ocaklarında, boğaz tokluğuna en sefil şartlar altında çalışan amelelerin arasında misyonerlik görevine başlamaktı. Ama işler bu defa da dilediği gibi yürümedi. Brüksel’deki okulda Fransızca’sını yetersiz, konuşma tarzını acayip ve tutarsız buldular. Vincent’ın gerçekten de kendine has bir dili vardı. Konulara dosdoğru girer, kelimeleri süslemeye lüzum duymadan gelişi güzel konuşurdu. Bu nedenle “Evangeliste” unvanını da alamadı. Vincent’ın bu durum karşısında sinir buhranları büsbütün arttı. Oğlunun bu işe layık görülmemesi babasının da mesleki gururunu iyice zedeledi. Rahip Van Gogh hemen Brüksel’e giderek Protestan kiliseleri başrahipliğine bu konuda bir dilekçe verdi. Neticede Vincent’a hiç değilse “Serbest Vaiz” unvanı tanındı ve Mons şehri civarında bir kasabaya atandı. Böylece arzusu gerçekleşiyor, Borinage bölgesinin perişan maden ocaklarındaki görevine başlıyordu.

       Bu pis, sefil yerin basit insanları arasında temiz pak, itinalı kıyafeti ile kendinden utanmaya başladı. Bir bavuldan ibaret giyim eşyasını komşularına dağıttı. Kendine kaba çuhadan bir pantolon dikti, sırtına eski bir asker ceketini geçirdi ve sefil bir barakada oturmaya başladı. Ocağın kenarına kıvrılıp yatıyor, odasını süpürmeye, elini yüzünü yıkamaya bile lüzum görmüyordu. 50 franklık cılız maaşını bu fakir insanlara dağıtıyor, vaktinin büyük bir kısmını yatalak hastalara kutsal kitaptan bölümler okumakla geçiriyordu. Çevresindeki bu sefalet tablosu sanat yönünden de hayal aleminde etkiler yapmıştı. Çöplükten paçavra ile yanmış taş kömürü toplayan kadınların ıstıraptan şekil değiştirmiş yüzlerini, paramparça kılıkları içinde zıpzıp oynayan yüzü gözü kirli çocukları, bumburuşuk ihtiyarları birer karakter tablosu halinde çizmeye başladı. Vincent’ın zorla sefaleti benimsemek kaygısıyla öz kalıbından sıyrılması basit köylüleri bile hayrete düşürmüştü. Kendisini çok sevmekle beraber, ona gerçek bir din adamı gözüyle bakan pek yoktu.

       1879 yılı ocak ayında yine aynı bölgedeki Wasmes kabasına rahip yardımcılığı göreviyle atandı. Burada da aynı hayatı sürmeye devam etti. Vincent’ın misyon çalışmalarının yankıları kısa zamanda uzaklara kadar ulaştığı için, bağlı bulunduğu kilise bu idealist gencin çalışmalarını yakından görebilmek için Borinage’a bir müfettiş gönderi. Ama müfettiş Vincent’ın bu zoraki sefaletini yersiz bulduğu için hakkında bir rapor hazırlayarak kilise başkanlığına yolladı. Bu raporda Van Gogh’un tutumu “mistik bir çılgınlık” olarak adlandırılıyordu. Öte yandan alışık olmadığı bu yaşam tarzı ve bilhassa müthiş sigara tiryakiliği sağlık durumunu endişe verecek şekilde bozduğu için kiracısı bulunduğu fırıncı ustasının karısı bir mektupla durumu ailesine bildirdi. Üç gün sonra Wasmes’a gelen babası bir deri bir kemik haline gelmiş olan oğlunu basit bir ot minderin üstünde yatar bulunca hemen kendisiyle birlikte eve dönmesini istedi. Vincent fazla diretmeyerek evinin yolunu tuttu. Van Gogh’un misyonerlik hayatı da böylece sona erdi.

 III

      Artık ağır ağır dinden ayrılıyor, kendini daha çok resim sanatına veriyordu. Ama bu konuda yeteri kadar bilgisi yoktu. O sırada kuzey Fransa’daki Courrieres kabasında Jules Breton adında vasat bir ressam yaşıyordu. Vincent, tablolarının taşıdığı sosyal karakter sebebiyle bu adamdan nedense çok hoşlanıyordu. 1880 kışında parasız pulsuz ve yaya olarak bu ressamla tanışmak amacıyla yola çıktı. Geceleri köy evlerinin samanlıklarında veya açık havada yattı. Ama Courrieres’a kadar geldiği halde, nedense Jules Breton’un kapısını çalmadan geri döndü. Bu gezisinde Fransa’da gökyüzünün Borinage’ın isli, bulanık göğü ile kıyaslanamayacak kadar berrak ve parlak olduğunu keşfetti.

       Bir süre köy köy, kent kent serseriler gibi dolaştı. Nihayet bir gün kendini tekrar aile ocağında buldu. O sırada Paris’te oturan Theo’dan bir mektupla bir miktar para aldı. Çoktandır ihmal ettiği bu müşfik kardeşinin davranışı onu çok utandırdı. Hemen uzun bir cevap yazdı. Bu mektubunda başarısızlıklarından, ıstırabından dem vuruyor, bu durumunun düzeleceğini umut ettiğini, artık kendini tamamen resme vermek istediğini yazıyordu.

       Tek başına daha fazla çalışamayacağını anlayınca Brüksel’e gitti. Bu yeni çevrede ruhi bakımdan belirli bir huzura kavuşan Van Gogh birkaç ay verimli olarak çalıştı. Ama çok geçmeden tekrar buhranlı günler başladı. Avunmak için 1881 Nisanında Etten’a dönünce bu buhran büsbütün arttı. Çünkü genç bir dul ve bir çocuk annesi olan kuzenine aşık olmuştu. Ölen kocasına çılgınca bağlı bulunan bu kadın, Vincent’ın evlenme teklifini reddedince bu korkunç krizler yeni baştan yoklamaya başladı. Ahlak kurallarını her şeyin üstünde tutan babası ile de bu arada adeta saç saça baş başa geldiler.

       Aynı yılın Aralık ayında Den Haad’a giderek Mauve, Breitner, de Brock gibi sanatçılarla birlikte çalışmaya başladı. Ama bütün bu ressamların akademik anlamından kısa zamandı usandı. Günlerden bir gün korkunç bir sinir krizi sonunda Mauve’un atölyesindeki bütün heykelleri kırdı, resimleri paramparça etti. Oysa dayısı olan Mauve onu büyük bir şefkatle bağrına basmış, yedirmiş içirmiş, bir dediğini iki etmemişti. Bu sıralarda Vincent’ın hayatına yeni bir macera karışmış bulunuyordu. Model olarak kullandığı Christine adında sefil bir fahişe ile yaşamaya başladı. Kısaca Sien adını taktığı bu kadın başka bir adamdan hamile kalmıştı. Vincent sevgisine karşılık vermek istemeyen diğer kadınlara karşı beslediği duyguları şimdi bu kadına karşı besliyor, üstelik de acıyordu. Sorrow adı ile ün salmış olan çıplak resim, bu kadını insanlık kaderinin dehşet verici bir sembolü olarak canlandırır.

       Christine Temmuzda, Leyden şehrinde bir erkek çocuk doğurdu. Vincent bu çocuğun yaşayabilmesi için dilenciler gibi kapı kapı dolaşarak sulu boya resimlerinden birkaçını güçlükte sattı. Ama kadın kendini tamamen içkiye vererek güçlükle kazanılmış bu paraları yok etti. Oğlunun böyle aşağılık bir kadınla aynı çatı altında yaşamasını bir türlü hazmedemeyen rahip Van Gogh, Den Haag’a giderek bu kadını bırakması için oğluna adeta yalvardı. Ama Vincent babasının bu isteğini reddetti. Çünkü çocuğu taparcasına seviyordu. Bunu takip eden aylar Vincent için çok çetin oldu. Manevi ıstırap yetmiyormuş gibi açlık, perişanlık da yakasını bırakmıyordu. Christine bu arada başka erkeklerle de eskisi gibi pervasızca gönül eğlendirmeye devam ediyordu. 1883 Temmuzunda Vincent nihayet ağır bir şekilde hastalandı. Böylece Theo’nun da araya girmesiyle Sien’den ayrılmaya razı oldu. Babası bu sıralarda Katoliklerin çoğunlukta olduğu Nuenen şehrinde rahiplik görevine yeni başlamıştı. Vincent bu defa ailesinin yanında tam iki yıl kalacaktı.

IV

       Nuenen’de atölye olarak kullandığı rahipler lojmanının çamaşırhanesinde bir yandan daha çok köy hayatı ile ilgili konularda resim yapıyor, öte yandan da Dickens, Caryle, Beecher – Stowe gibi yazarların eserlerini okuyordu. Birçoklarının gözünde değersiz, geçimsiz, acayip bir insan olduğu halde, hayatından yine de memnundu. “Ahenk içindeyim. Bana sakin, temiz bir müzik gibi geliyor bu” diyordu. Ama bu ahenkli günler yine de uzun sürmedi. Kendisini hayat yolunda takip edecek olan kötü kader bir defa daha yakasına yapıştı. Pek güzel sayılmamakla beraber, son derece içli, duygulu bir insan olan Margot adındaki komşu kızı kendisine aşık oldu. Vincent kızı sevmediği halde acıdığı için evlenmeyi kabul etti. Bu defa da ailesi araya girerek kızı eve kapattı. Margot intihar teşebbüsünde bulunduysa da ölmeden kurtarıldı. Vincent’ın son aşk macerası da böylece bitti. Bunu birkaç ay sonra daha büyük bir felaket takip etti. 27 Mart 1884’te olarak babası öldü.

       Sanatçının garip mizacı çevresinde endişe uyandırmaya başlamıştı. Bölgenin Katolik kiliseleri başrahibi, cemaatine dahil bütün genç kızları bir araya toplayarak bu çılgın ressama modellik etmemelerini, aksi halde bir daha kiliseye ayak basamayacaklarını kesin bir dille bildirdi. Bunun üzerine korkudan kapısını çalan olmadı. Loş atölyesinde tek başına çalışıyor, kendi kendine yüksek sesle nutuklar veriyor veya okuyordu. Bu çağda yaptığı resimler tam içinde yaşadığı çevreye uygundu. Kapkara bulutları ile haşin, abus çehreli tabiatı ve içinde yaşayan insanları yine koyu, kasvetli renklerle canlandırıyordu. Konular hep eşitti. Köy hayatından sahneler, Millet’den kopyalar, eşyaları günlük hayattan seçilmiş natürmortlar, yağmurlu, nemli Hollanda manzaraları. Seçtiği konulara sosyal bir hava vermekle beraber, oldukça sert çizgileriyle yer yer Daumier’i, hatta Frans Hals’ı hatırlatan tarafları vardı. Bu resimlerin en önemlisi olan Patates Yiyenler için ekspresyonizmin öncüsü diyenler bile vardır.

       Babasının ölümünden sonra Nuenen gibi gerici bir taşra şehrinde oturmanın vakit öldürmekten başka bir işe yaramayacağını anlayan Van Gogh, 1885 yılı Kasım ayında birkaç resim satmak umudu ile Anvers’a gitti. Muazzam limanı, hareketli havası, bilhassa Rubens’in resimleri ile Anvers ona ruhları ferahlatıcı bir meltem gibi geldi. Antikacıları, eski kitapçıları dolaşırken gözüne ilk defa Japon estampları ilişti. Bu sanata hayran kaldı. Burada kısa süre Karel Verlat’ın atölyesinde çalıştıktan sonra kardeşi Theo’dan aldığı bir mektup üzerine Paris’e gitti.

       Van Gogh 1886’dan 1888’e kadar kaldığı Paris’te hep Theo ile birlikte yaşadı. Hali vakti oldukça düzgün olan Theo, fakir kardeşi için paralanıyor, onu büyük bir şefkatle besliyordu. Uzun müddet yapayalnız yaşadıktan sonra gördüğü bu yakınlık Vincent’ı ruhi bakımdam da biraz huzura kavuşturmuştu. Dört ay müddetle çalıştığı Cormon atölyesinde Lautrec’le, Theo’nun yardımıyla da Monet, Renoir ve Pissaro ile tanıştı. Bilhassa Pissaro’dan açık renk dizileriyle, renk değerlerini ayırmak sanatını öğrendi. İşte böylece ilk defa olarak çağdaş sanatçıların çalışmalarıyla kendi denemelerini kıyaslamak, sanat konusunda tartışmak imkanı bulmuş oluyordu. Öte yandan Louvre’da çok sevdiği Delacroix ile Rembrandt’ın sanatını da aynı hayranlıkla incelemekteydi. Louvre’dan sonra en çok uğradığı yer Bing Galerisi idi. Çünkü burada çağın en ünlü Japon estampları koleksiyonu vardı. Bu sıralarda yaptığı resimlerde gelenekçi sanat karşı belirli bir yakınlık duyduğu görülür. Çıplak adlı tablo bunun bir örneğidir. Resimde henüz Van Gogh’a has o cüretli fırça, o pırıl pırıl renkler yoktur.

       1886 yazının son günlerinde bu şehirde, çoktandır sanatına hayran olduğu Gauguin’le tanıştı. Hemen dost oldular, hatta kendisine birlikte bir sergi açma teklifinde bile bulundu. Anquetin, Emile Bernard, Lautrec, Signac ve Seurat gibi sanatçıları da ikna ederek bir topluluk kurdular. O ana kadar Paris’te bütün gayretine rağmen tek resim satamayan Vincent, bu sergi ile mali durumunu biraz olsun düzeltebileceğini umut etti. Şimdi sıra sergiyi açacak uygun bir yer bulmaya gelmişti. Uzun çabalardan sonra Clichy Bulvarı’ndaki bir lokantanın duvarına asıldı. Ama çok geçmeden lokantacı resimleri olduğu gibi indirerek kapının önüne attı. Sebep olarak “Bu resimler karşısında müşterilerimin iştahı kapandı, dükkanıma uğramaz oldular. Onun için kaldırmak zorunda kaldım.” dedi.

       Bu başarısızlıklar dizisi Vincent’ın hevesini yeniden kırmaya başlamıştı. Huysuzluğu gün geçtikçe artıyor, davranışları Theo’nun bile sabrını taşırıyordu. İşte bu bezginlik içinde ilk intihar teşebbüsünde bulundu ama ölemedi. İlkbaharda Signac ve Emile Bernard’la birlikte sık sık açık havaya çıkarak manzara resimleri yaptı. Böylece biraz düzelir gibi oldu. Bu arada bilhassa Grande Jatte adasında oturan Seurat ile buluşuyorlar, sanat konusunda ilgi çekici sohbetler yapıyorlardı. Bu sırada yaptığı resimlerin en önemlilerinden biri olarak Pere Tanguy portresini sayabiliriz. Bütün çağdaş ressamların hamisi sayılan bu ünlü resim malzemesi tacirini Vincent Japon estamplarından aldığı ilhamla canlandırmış, tabloda tamamen empresyonistlerin açık, berrak renklerini kullanmıştır. Sonbaharın yaprakları dökmesiyle ruhu yeniden kararmaya başladı. Öte yandan içki ve sigara ile sağlığını iyiden iyiye bozmuştu. Kardeşinin sırtından geçinmek ağır geldiği için günlerce eve uğramıyor, dolayısıyla yeteri kadar beslenemiyordu. Nihayet Lautrec’in tavsiyesiyle Paris’i terk ederek güneye gitmeye karar verdi. Yeni hedefi Arles’dı.

V

       Van Gogh deyince akla her şeyden önce Arles gelir. Çünkü bu şirin güney şehrinde geçirdiği on beş ay, hayatının, bilhassa sanatının en önemli dönemidir. Arles’da her şey bambaşkaydı. Tabiat daima değişen bir ışıkla yıkanıyordu. Burada mavi gerçekten mavi, sarı gerçekten sarıydı. Kupkuru, kavruk tarlaları bile son derece çekici buluyordu. Mevsim kış olduğu için hava kuru ve soğuktu. Ayaza rağmen açık havada çalışmaktan zevk duyuyordu. Nisanda son kar tanecikleri altından tomurcuklar çatlamaya başlarken Japonya’da olduğunu sandı. Onun için yepyeni bir dünya olan bu yerde durmadan dinlenmeden çalışmaya devam ediyor, Theo’ya yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Ağaçların çiçek açma mevsimi öyle kısa ki, bu harikulade tabiat olayı ile nasıl yarışacağımı bilemiyorum.”

       Kısa zamanda odasının duvarları pırıl pırıl resimlerle doldu. Mavi, elatun ve sarının hakim olduğu bu resimlerde başlıca konular ayçiçekleri ve kır çiçekleriyle kaplı tarlalardı. Yaz ayının ilk günlerinde civardaki Les-Saintes-Maries de – la – Mer kasabasına giden sanatçı burada ilk defa Akdeniz’i keşfetti. Sabahları erkenden kalkıyor, balıkçıların denize açılmalarını seyrediyordu. Sainte-Maries’nin kadınları onun nazarında Giotto’nun klasik kahramanlarından daha güzel, daha alımlıydı: “Deniz burada öylesine bambaşka ki” diyordu; “yeşil mi yoksa eflatun mu insan kestiremiyor. Akdeniz’i gördükten sonra renk konusunda hasis davranılamayacağını kesin olarak anladım.”

       Arles’a dönüşünde bu şirin şehir yazın tam ortasında bulunuyordu. Çevresindeki tabiata bu kere hakim olan renkler altın, bronz ve bakır, gökyüzü ise yeşile çalan maviydi. Gözün alabildiğine uzanan kuru, taşlı Crau Ovası’nda göğe yer yer yükselen koyu yeşil selviler karşısında büyük bir aşkla çalışıyor, kavurucu sıcağa rağmen tarlaların ortasında sehpa kurarak saatlerce adeta güneşle mücadele ediyordu. Gece bastırıp da el ayak çekilince o yatağına girmiyor, tekrar kırlara açılıyordu. Vincent’ın bu gece manzaraları arasında en önemlilerinden biri sayılan Yıldızlı Gece’yi hasır şapkasına bir mum takarak yapmıştır. İkinci önemli gece resmide Arles’da Kahvehane adlı eseridir.

       1888 Ekiminin yirminci günü Vincent’ın hayatında bir dönüm noktası sayılır. Çünkü bu Gauguin’in Arles’a geldiği gündür. Dostu Vincent’ı çok yorgun hatta bitkin buldu. Gerçekten de Vincent bir müddettir şiddetli baş ağrılarından şikayetçiydi. Gözleri de yanıyordu. Ama Gauguin’i yine de sevgiyle bağrına bastı, birlikte oturdular ve birlikte çalıştılar. Vincent’in savruk, derbeder karakterine karşılık son derece muntazam o nispette de muktesit bir adam olan Gauguin evin idaresi işini üzerine aldı. Resimlerinin satışından temin edecekleri kazancı bile paylaşacaklardı. Karar buydu. Gelelim çok geçmeden aralarındaki görüş farkı kendini göstermeye başladı. Sohbetleri kısa zamanda tartışma halini alıyor, şiddetli bir kavga olarak bitiyordu. Bu tartışmaların sebebi aslında bir incir çekirdeğini bile doldurmayacak kadar küçüktü. Gauguin mesela, Vincent’ın Daumier, Daubigny, Rousseau gibi sanatçılara karşı hayranlık duyduğu halde ne akla hizmetle Ingres, Raphael ve Degas’yı reddettiğini bir türlü anlayamıyordu. Montpellier Müzesi’nde Rembrandt konusunda yaptıkları bir tartışma sonunda öylesine kapıştılar ki civardan yetişip ayıranlar olmasaydı ikisinden birinin müzeden sağ çıkması belki de mümkün olamayacaktı.

       Ama yinede birbirlerine karşı kim gütmüyor, çabucak barışıyorlardı. Haftalar böylece geçti. 23 Aralıkta Vincent, arkadaşının bir portresini bitirmiş, akşam meyhanede karşılıklı birkaç kadeh absinth içmişlerdi. İşte o anda yeniden kafası kızan Van Gogh, arkadaşını ölümle tehdit etti. Gauguin ise bu sözleri sarhoşluğuna verip pek aldırmamıştı. Hatta Vincent’ın koluna girip onu eve götürmüş, yatağına yatırmıştı. Ama Vincent ertesi sabah özür dilediği halde, Gauguin artık buralarda duramayacağını, Paris’e dönmek istediğini söyledi. Gün boyunca aralarında gergin bir hava esti. Akşama doğru Gauguin biraz dolaşmak için dışarı çıktı. İşte o anda arkasında ayak sesleri duydu. Dönül bakınca Vincent’ın uyurgezer gibi üzerine doğru geldiğini gördü. Elinde koskoca bir ustura vardı. Göz göze geldikleri zaman Van Gogh bir an için olduğu yerde dondu kaldı, sonra geriye dönerek koşarak evine döndü. Bu usturayla kulağından bir parça kesti. Kesik parçanın kanını temizledikten sonra itina ile sararak Arles’daki genelevlerden birine götürdü ve iyi tanıdığı sermayelerden birine hediye etti.

       Dehşete kapılan fahişe bir anda bütün mahalleyi ayağa kaldırdı. Çok geçmeden olayı bütün Arles’da duymayan kalmadı. Korkudan geceyi başka yerde geçiren Gauguin ertesi sabah eve döndüğü vakit kapının önünde büyük bir kalabalıkla karşılaştı. Eşikte kan izleri vardı. Bir solukta içeri girdi. Vincent sapsarı kesilmiş yüzüyle yatakta hareketsiz yatıyordu. Yaklaşınca baygın olduğunu fark etti. Çok geçmeden ayıldı ve büyük bir sükunetle piposunu istedi. Birkaç nefes çektikten sonra kendisini almaya gelen jandarmalara karşı koymadan Saint-Paul hastanesinin yolunu tuttu. Başhekim Dr. Rey, Vincent Van Gogh’un korkunç dehasını keşfeden ilk insandı. Bu anlayışlı hekimin iyi bakımı sayesinde biraz sükunet bularak iki hafta sonra taburcu edildi. 1889 yılının 7 Ocak günü evine döner dönmez ilk işi Kesik Kulaklı Portre’yi yapmak oldu. Beşeri unsurlar bakımından bu resimle kıyaslanabilecek ikinci bir portre daha yoktur. Kesik kulağı gizleyen sargı, uçuk beniz, birbirlerine yakın ve boşluğa bakan gözler, itirafnamelerin en samimisi, en realistidir. Sanatçı bu resimle ilgili olarak kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta: “Yaşayan bir ölüye benziyorum.” Diyordu. Bu portre gerçektende yaklaşmakta olan felaketin ilk habercisiydi.

VI

       Bundan sonra peşi peşine her biri ayrı birer alem olan resimler yapmaya devam etti. Boyaların en cüretlilerini çekinmeden kullanıyor, yepyeni renk dizileri meydana getiriyordu. Yalnız fırça ile yetinmiyor, spatülle, parmaklarıyla veya boya tüpünü olduğu gibi beze sıkmak suretiyle çalışıyordu. Ama bu da uzun sürmeyecekti. İkinci bir krizden sonra komşuları tekrar hastaneye kaldırılmasını istediler. Polis bu iş için gerekli işlemleri hemen tamamladı. Vincent, 1889 yılının 9 Mayıs günü Arles civarındaki Saint-Remy akıl hastanesine götürüldü. Aslında da Van Gogh, bu şartlar altında hayatının geri kalan kısmını bir akıl hastanesinde geçirmeye çoktan razıydı.

       Burada çok iyi muamele gördü, hatta kendisine özel bir oda bile verildi. Ama yalnızlık korkusunu yenmek için öbür hastalarla birlikte olmayı, onlarla konuşup dertleşmeyi tercih ediyordu. Burada geçirdiği günler aynı zamanda sanatının en verimli çağı oldu. 200e yakın tablo ve yüzlerce desen yaptı. Bu çalışma gücünü, kısa aralıklarla yoklayan üç büyük kriz engelledi. Bu kriz anlarında kendini tamamen kaybederek kömür tozlarının, çamurların içinde yuvarlanır, hatta boya tüplerini olduğu gibi yutardı. Korkunç bir ruh kompleksi altında eziliyordu. Çok şey olayım derken, hiçbir şey olamadığına inanan bu insanın ruhuna hükmeden karanlık sırları şöylece sıralamak mümkündü: Rahip olan babasının izinde yürümek istemiş, ama bu konuda kısa zamanda yenilgiye uğramıştı. Ressam olarak da aynı başarısızlığın kendisini beklediğinden korkuyordu. Van Gogh’a konan teşhis sara ve şizofreni olmakla beraber, hastalığı dış görünüşü bakımından had safhada değildi. Gerçekten de epilektik olduğu halde, klasik anlamda sara nöbetleri yerine, krizleri sadece fizik ötesi veya dini karakterde halüsinasyonlar şeklinde kendini gösteriyordu. Yani zararı çevresinden çok kendineydi. Ünlü ruh hekimi Jaspers, Van Gogh’un bu durumunu “Kişiliğin parçalanması, bölünmesi” olarak tarif etmiştir.

       Saint-Remy’de yaptığı resimlerde artık renkten çok ritme, harekete önem verdiği görülür. Çoğunu gardiyan refakatinde açık havada yaptığı bu tablolarda değişik bir anlam vardır. Fırçası büyük daireler çizmekte, gökyüzü ile yeryüzünü bir bütün halinde kaynaştırmaktadır. Servili Yol işte bunun bir örneğidir. Servi ağacı bu resimde adeta büyük helezonlar çizerek göğe yükselir. Krizler yokladığı zaman odasına kapatıldığı için demir parmaklıklı penceresinden bakarak çalışmaya devam etti. Bu manzaralarda özlemini çektiği Hollanda’nın havası sezilir. Bu arada Rembrandt’dan, Delacroix’dan, Millet’den, Daumier’den, Gustave Dore’den de kopyalar yaptı. Bunlarla, öteden beri beslediği sosyal ve dini idealini de gerçekleştiriyordu. Bu resimlerde kullandığı renkler daha ölçülü, daha yumuşaktır.

       Saint-Remy’de geçirdiği son haftalar içinde arzuladığını elde edememiş olmanın verdiği aşağılık duygusu tekrar geldi. Bu arada Theo’dan aldığı bir mektupta, Theo’nun bir oğlu olduğunu ve adını da Vincent-Willem koyduğunu öğrenince bu duygu büsbütün arttı. Hala kardeşine muhtaç olmak düşüncesi, içli sanatçıyı yiyip bitiriyordu. Aynı günlerde ise Saint-Remy tımarhanesine mutlu bir haber ulaşmıştı. Vincent’ın Kara Üzümler adlı resmi 400 Frank’a satılmıştı. Bu, ömrü boyunca alıcı bulan ilk ve son eseri olacaktı. Theo, kardeşinin günden güne kötüye giden sağlık durumundan endişe ettiği için, Auvers-sur-Oise’a naklini istedi. Bu konuda, dostu olan ruh hastalıkları uzmanı Dr. Gachet gereken yardımı göstereceğini vaat etti. Vincent alıştığı Saint-Remy’den güçlükle ayrılarak 17 Mayıs’ta Paris’e gitti. Gerek Theo, gerekse genç karısı Vincent’ı şefkatle karşıladılar. Ama büyük şehrin gürültüsü sinirlerini berbat ettiği için burada sadece üç gün kalabildi. Dördüncü günün sabahı Valmondois civarındaki Isle-Adam’da bulunan Auvers Köyü’ne gitti. Pissaro, Cezanne gibi sanatçıların şahsi dostu, aynı zamanda da amatör ressam olan Auvers Hastanesi Başhekimi olan Dr. Gachet ile Vincent daha karşılaşır karşılaşmaz kanları kaynaşıverdi. Tecrübeli hekim, Van Gogh’un sadece çalışma sayesinde şifa bulabileceğini anlamıştı. Kısa zamanda aralarında sıkı bir dostluk kuruldu. Dr. Gachet kendisini hastanede yatırmayıp Saint-Aubin adındaki kahvehanenin üst katında bir oda tuttu. Böylece bu anlayışlı ilim adamı sayesinde yine bağımsızlığına kavuşmuş oldu. Hummalı bir şekilde çalışmaya devam etti. Bu resimlerinde de hareket noktası renkten çok ritimdir. Kıvrak hatlar, helezonlar, daireler yine dikkati çeker. Bu arada Dr. Gachet’in son derece başarılı bir portresi ile, kendi portresini de son defa olarak yaptı. Yeşilimtrak mavi ile saç, sakalı meydana getiren kızıla çalan sarı, bu resmin ana renkleridir. İfade bakımından portre yepyeni bir vicdan muhasebesi şeklinde önümüze serilir.

       Vincent, Theo’nun her ay başı havale ettiği harçlık Haziranda gelmeyince Paris’e gitti. Ama kardeşinin kapısını çalarak “dilencilik” etmeye eli varmadı. Aç, perişan bir halde Paris kaldırımlarında dolaşırken Toulouse-Lautrec ve Emile Bernard’la karşılaştı, fakat onlardan da yardım isteyemedi. Böylece ister istemez tekrar Auvers’a döndü. Dr. Gachet demiryolları işletmesinde de hekim olarak görevli bulunduğu için haftanın belirli günlerinde civarda dolaşırdı. İşte o gün de yerine yoktu. Vincent, terkedilmiş olmanın ıstırabı içinde tarlalara çıktı ve Buğday Tarlasında Kargalar adlı son eserini yaptı.

       Artık hayata karşı fazla mukavemet edemeyeceğini anlamıştı. Karga vurmak bahanesiyle yanına bir tabanca alarak iki gün sonra aynı tarlaya gitti. Tabanca ile kargalara değil, kendi kalbine nişan aldı. Ama kurşun hedefini bulmadı ve ciğerini deldi. Kanlar içinde sürüne sürüne evine döndü. Felaketi haber olan Dr. Gachet’in oğlu hemen yanına koştu. Van Gogh geceyi sükunet içinde çok sevdiği piposunu içerek geçirdi. Bu durumda bile kendisine daha fazla yük olmamak için Theo’nun adresini vermek istemedi. Kötü haber yinede Paris’e ulaştı. Deli gibi Auvers’a gelen kardeşinin gözyaşları arasında 1890 yılı Temmuzunun 29. günü Vincent hayatını kaybetti.

********************************

 



ATABETÜ’L-HAKAYIK

 .1.2.2. Atabetü'l-Hakayık
Kutadgu Bilig'e göre çok daha kısa, basit ve hattâ bir dereceye kadar kaba, cansız bir başka Türk eseri, Edip Ahmed'in Atabetü'l-Hakayık adlı eseridir. Kimliği hakkında fazla bilgi bulunamayan Edip Ahmed'in Yüknek'li Mahmud'un oğlu olduğu, ama olduğu ve manzum olarak Türkçe vaaz ve öğütler verdiği bilinmektedir.
Eser, Kutadgu Bilig'den çok daha İslâmidir; önce Allaha, Peygambere ve dört halifeye övgü ile başlaması, onun İslâm geleneğine daha çok girdiğini gösterir. "Gerçeklerin Eşiği" anlamındaki bu eser gene tarihi kişiliği fazla bilinmeyen Muhammed Dad İspehsalar Bey'e takdim edilmiştir. Fazla orijinalitesi olmayan, o devirdeki inanç ve kültür ortamına uygun bilgileri manzum olarak söyleyen, bunları âyet ve hadislerle destekleyen bir kitaptır. Ancak eserin daha sonra çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda çoğaltılması ve düzenlenmesi, eğitim alanında önemli bir ihtiyacı karşıladığını göstermektedir.
Atabetü'l-Hakayık, halka verilen öğütlerdir. Ancak buna rağmen içindeki Arapca ve Farsça kelimelerin bir hayli arttığı görülmektedir. Cömertliği, tevazuyu, keremi övmesi; kibir ve harisliği yermesi o zamanki kültür ortamında bir gelenek olmuştu. Bu eser, eğitim tarihimiz bakımından şu noktalarda ilginçtir. Emir övülürken
"O akıl, anlayış, şu'ur ve zekâ mekanı, bilgi ocağı ve fazilet kaynağıdır"
denmesi, o zaman beğenilen, takdir edilen ideal bir şahsiyet tipinden neler anlaşılması gerektiğini çok iyi göstermektedir. Aynı Kutadgu Bilig'de olduğu gibi, burada da bilgi ve dil konuları üzerinde en başta ve hassasiyetle durulmaktadır. Edip Ahmed'e göre de bilginin faydası veya bilgisizliğin zararı açıkça görülmektedir. Bilgi, mutluluk yoludur. Kemik için ilik ne ise, insan için de bilgi odur. Bilgisiz insan hiç bir şeydir, bir ölüdür. Bilgisize doğru söz ve öğüt tatsız, faydasız gelir. Yaradan Tanrı ancak bilgili olmakla bilinir; insanın kendisi de bilgi ile yükselir. Bilginin temeli olan akıl, insanın gerçek ziynetidir.
Atabetü'l-Hakayık'ta üzerinde durulan bir başka konu da, insanın diline sahip olmasıdır. Edeblerin başı, dili gözetmektir. Düşünerek konuşmalıdır, yoksa dil ve söz insanın başına bela olur. İnsana ne gelirse dili yüzünden gelir. Zaten Hz. Muhammed de "İnsanı ateşe atan dilidir" diyordu. Edip Ahmed de ok yarasının bir gün kapanabileceğini ama dil yarasının kapanamayacağına işaret ediyordu. O halde yalan söylememek, gevezelik etmemek ve doğru söylemek gerekir; çünkü doğru söz şifadır. İnsanın diline hakim olması, doğru ve güzel söz söyleyebilmesi için de, sadece maddî hayatı sürdürebilmek için gerekli bazı bilgilerin değil, son derece soyut bilgilerin de yaygın eğitim vasıtasıyla verilmesi gerekiyordu. Ancak manevî kültür gililerinin bu kadar çoğalması yaygın eğitimin gücünü zorluyor; örgün eğitimi zorunlu kılıyordu.
yüzyılda başlayan çeşitliliğe rağmen yeni merkezler arasında devamlı ve sıkı bir münasebet vardır. Kâşgarlı Mahmud, Türk dilinin aslî harfleri olarak Uygur harflerini verirken şöyle der: "Eski zamandan bugüne kadar, Kâşgar'dan Yukarı Çin'e dek kuş bakışıyla bütün Türk ellerinde, hakanların ve sultanların kitaplarında ve yazışmalarında bu yazı kullanılır."(*) Demek ki, 11. yüzyılda Kâşgar'da ve Uygur merkezlerinde aynı yazı ha- kimdir. Esasen Uygur ve Karahanlı eserlerinde kullanılan dil de -dinle ilgili kelime ve terimler hariç- aynıdır. 13. yüzyılda Harezm'de yeni bir merkez kurulurken Azerbaycan ve Anadolu'da meydana getirilen Behcetü'l-Hakâyık vb. karışık dilli eserler, doğudan gelen bu tesiri gösterir. Bu eserlerde hem Doğu Türkçesi, hem de Batı Türkçesi özellikleri bir arada bulunur. Bundan başka Ha- rezm'de meydana getirilmiş Nehcü'l-Ferâdis, Muînü'l-Mürîd gibi Kuzey-Doğu Türkçesiyle ya- zılmış eserlerin İstanbul ve Anadolu kü- tüphanelerinde bulunması da karşılıklı alakaların mevcudiyetine delildir. Öte yandan Nesîmî'nin eserleri de Türkistan'da okunmakta ve hatta Nevâyî'nin diline tesir etmektedir. Karşılıklı alakalar, aşağı yukarı 16. asra kadar sıkı bir şekilde devam eder. Fatih Sultan Meh- med'in Uygur yazısını öğrenmesi ve bu yazı ile yar- lığının bulunması; Herat'ta Uygur harfleriyle ya- zılmış Kutadgu Bilig nüshasının Abdürrezzak Bahşı tarafından 1474'te İstanbul'a getirtilmesi bu alakaların en tipik örnekleridir. Aynı Abdürrezzak Bahşı 1480 yılında Atabetü'l-Hakayık'ın Uygur ve Arap harfli bir nüshasını İstanbul'da tanzim eder. Öte yandan yine Atabetü'l-Hakayık'ın 1444'te Herat'ta istinsah edilmiş Uygur harfli nüshası İs- tanbul'da Ayasofya Kütüphanesinde bulunmaktadır Hoca Ahmed Yesevî ve takipçilerinin hik- metlerini içine alan pek çok yazma, İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde mevcuttur. Aynı şe- kilde Çağatay Türkçesinin büyük şairi Nevâyî'nin hemen hemen bütün eserleri, bir kısmı kendi ça- ğında yazılmış yazmalar halinde, bir kısmı özel ola- rak hazırlanmış külliyat ciltleri halinde İstanbul'un muhtelif kütüphanelerinde bulunmaktadır. Diğer Çağatay şairlerinin de muhtelif yazmaları İstanbul
 Doğu Türkçesiyle yazılmış bu yazmalar silsilesi 16. yüz- yılın başındaki Şibanoğulları hükümdarlarından Şibanî Han ve UbeyduUah Han'a (Ubeydî'ye) kadar gelir. Onların divanlarının yazmaları da İstanbul kütüphanelerindedir. Dîvânü Lûgati'-t-Türk'ün yegâne yazma nüshasının da İstanbul'da bu- lunduğunu ve şu anda Millet Kütüphanesinde ol- duğunu hatırlatalım. Karahanlı, Harezm, Kıpçak ve Çağatay Türkçelerine ait yüzlerce yazmanın İs- tanbul, Bursa, Konya vb. şehirlerimizin kü- tüphanelerinde bulunması, Türkistan ile Anadolu arasındaki edebî alakaların canlılığını gösteren mü- şahhas örneklerdir. Tabiî ki bu alaka, karşılıklı tesirler halinde ken- dini gösterir. Nevâî ve diğer Çağatay şairlerinin eserlerinde Oğuz Türkçesine ait özellikler (bol-fiili yerine ol- fiilinin ve zamin n'sinin zaman zaman kullanılması) görülürken Ahmed Paşa'dan baş- layarak Osmanh Türk şairlerinin Nevâyî'ye nazireler yazması; yine Nevâyî'nin Mecâlisü'n- Nefâis'ini örnek alarak Osmanlı yazarlarının pek çok şuara tezkiresi meydana getirmesi karşılıklı te- sirlerin derecesini göstermesi bakımından ilgi çe- kicidir. Bundan da daha ileri bir husus, Çağatay Türkçesiyle şiirler yazan Osmanlı şairlerinin bu- lunmasıdır. 15. yüzyıldaki Kaygusuz Abdal*dan başlayarak Şeydi Ali Reis ve Nedim'i de içine alan ve 19. yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan bir şairler zinciri vardır ki bunlar Çağatay Türkçesiyle şiirler yazmışlardır Osmanlı Türklerinin Çağatay Türkçesini öğ renmek ve özellikle Nevâî'yi anlamak için hususi bir sözlük yazması ve ilk kelimesinden dolayı "Abuşka Lügati" olarak bilinen bu sözlüğün Tür kiye'de pek çok nüshasının bulunması, Batı Türk lüğünün Türkistan Türk Edebiyatma olan alakasını gösteren başka bir örnektir.. Tabiî ki Batı Türklüğü kendi içinde, Kuzey- Doğu Türklüğü de kendi içinde her zaman edebî alakalarım devam ettirmiştir. Bugün Azerbaycan edebiyat tarihlerinde yer alan Nesîmî, Kadı Bur- haneddin, Hatâyî, Fuzulî Azerbaycan'ın olduğu kadar Türkiye Türkleri'nin de şairleridir. Aynı şe- kilde Hoca Ahmet Yesevî'nin şiirleri, Ali'nin "Kıssa-i Yûsuf'u", Kutb'un "Hüsrev ü Şîrîn'i", Ha- rezmî'nin, "Lûtff'si, Nevâî'nin şiirleri, Babür'ün hatıratı, Ebülgazi Bahadır Han'ın eserleri, bütün Kuzey-Doğu Türklüğünün ortak eserleridir. Yu- karıda anlattığımız gibi bu şair ve eserler, Kuzey- Doğu Türklüğü ile Batı Türklüğü arasında devamlı alâka mevzuu olmuştur. Osmanlı Türkleri ile Türkistan Türkleri ara- sındaki alâkalar ancak 16. asırda, İran'da Safevî devletinin kurulmasıyla kesilir. Bundan sonra kar- şılıklı akış durur. Ancak Osmanlı şairleri arasında Nevâî ve Çağatayca merakı 19. asra kadar devam eder. 19. asırda ise, Türkoloji araştırmalarının iler- lemesiyle daha değişik ve yeni bir alâka başlar. Yukarıda, bütün Türk dünyasının ortak malı olan yazılı edebiyat devirlerini, daha doğrusu Türk dünyasının uzak coğrafyalarında meydana ge tirilen edebiyatların karşılıklı alaka ve tesirlerini kuş bakışı olarak ele aldık. Şimdi, bütün Türk dün yası için ortak kabul ettiğimiz bu ilk devirler ayrı ayrı incelenecektir.

Dünyada pek çok millet alfabe değişikliği yapmış, fakat hiçbirisi bizdeki gibi sert olmamıştır. Mesela Türkler İslamiyet’i kabul etmeden önce Uygur harflerini kullanmaktaydılar. İslam’ın kabulü ile birlikte İslam harflerini de kullanmaya başlamışlar, fakat çok iptidaî bir yazı da olsa Uygur harflerini asla yasaklamamışlardı. İslamiyetin tesirinde yazılmış olan ilk Türk eserlerine (Atabetül Hakayık vs.) baktığımız zaman hem Uygur harfli nüshalarına hem de İslam harfleri ile yazılmış olan nüshalarına rastlıyoruz.

Türk edebiyatı mahsullerinden sayılmaktadır.Yazar, eserin dilini (Türk dili) yahut sadece ( Türkî) diye adlandırdığı halde, esere takriz yazan Arslan Hoca Tarhan, doğrudan doğruya (Kaşgar Tili)nde yazıldığını açıklamaya lüzum görmüştür. Fakat bu deyimler arasındaki ifade farklarına rağmen, Atabetü'l-Hakayık, çağının klasik edebi Türkçe'sinden yazılmıştır.Konu ve edebi nevi itibariyle Kutadgu Bilig'in bir devamı olan Atabetül-Hakayık, dil bakımından bazı ayrılıklar göstermektedir.Bu Orta-Asya sahasında vücuda getirilen bütün eserlerde göze çarpan bir gerçektir. Yazarın kabile mensubiyeti, müstensihlerin bilgili ve kültür seviyeleri, elbette eserlerin dilinde, yapılışında ve nevinde tesirsiz kalamazdı.Buna da coğrafi ve kronoloji şartlarının da tesiri inkar edilemez.İmlâ, kelime değişikliği işbu tesirin doğurduğu gerçeklerden biridir.Hatta bazen Atabetü-ül Hakayık'ta olduğu gibi, yazarın ad ve soyu, eserin yazılış tarihi ile müellifi dahi lâyıkıyla bilinmemektedir.
AHMET YESEVİ HİKMETLERİ
Filoloji ve Lengüistik bakımlardan Orta-Asya'nın Karahanlı Devleti Türkçe'si üzerinde en kuvvetli ve tesirli edebi unsur, Ahmet Yesevi'nin hikmetleri olmuştur. XII.y.y asır mutasavvıf şairlerden olan Ahmed Yesevi,lakabından da anlaşılacağı üzere Yeşili bir Türk evladı idi.Hakkında çok faydalı bilgi F. Köprülü tarafından derlenerek, derinden derine , Anadolu' nün aynı tip ve ayardaki şairi Yunus Emre ile mukayese edilmiştir. Coğrafi ayrılıklara rağmen, çok verimli olan bu iki mutasavvıf şâirden, bilhassa Ahmed Yesevi, ilk Türk mektebinin gelişmesinde müessir olmuş, sade Türkçe sınırlarının genişlemesini temin etmiştir.Buna göre' de Ahmed Yesevi, çağdaşı Mahmudoğlu Edip Ahmed'i ve Kutadgu Biliğ gibi, arkada ilk Türk klasik manzum Türk edebiyatı mektebinin kurucusu kıymetini taşıyan büyük bir eser bırakmış, hatta onun genişlemesine engel olmuştur.Halkın içinden yetişme bir aydın yazar sayıldığından, ruh okşayıcı ve çekici olan hikmetleri sayesinde, pek kısa bir zamanda, çadırlarda yaşayan Bozkır Halkı'nın düşünüşü üzerinde geniş tesirleri yaratmış, bahtiyar, efsanevi şahsiyetler seviyesine yükselmiştir. Mevcut kaynaklara göre, Ahmed-Yesevi 562 Hicri = 1166 Miladi yılında vefat etmiştir.
Saraycık Testisi Yazısı:
Yusuf Has Hâcip, Edip Ahmet, nihayet Ahmed Yesevi gibi üç mümtaz şairin, didaktik mahiyetteki, yeni hikmet tarzındaki edebiyat nevileri elbette tesirsiz kalamazdı.Halk ruhunu okşayan bu hikmetlerden, bilhassa halk edebiyatına yakıştırılanlar, yalnız kağıt üzerinde kalmamış, diğer sanat eserlerine de geçirilmiştir.Testi, tepsi madeni eşyalarda olduğu gibi bunlar beyitler halinde usta hattatlar tarafından, çeşitli eşyalara hak edilmekle, hem cemiyet zevkini okşamış, nemde tasavvuf edebiyatının yayılımına hizmet etmişlerdir. Saraycık Testisi adıyla araştırmalarda yer almış olan bir testi üzerindeki iki beyit, klasik edebiyat havasının, uzun zaman Orta-Asya halkı arasında yaşamış olduğuna kuvvetli bir delil teşkil etmektedir. 1909 yılında yapılan bir kazı esnasında elde edilen bu testideki beyitin biri doğrudan doğruya Kutadgu Biliğ'den diğeri ise aynı değerdeki diğer meçhul bir eserden alınmıştır.Yesevi'den de alınmış olabilir.
KUTADGU BİLİĞ MUKADDİMESİ
Yazarı bilinmemekle birlikte, eski Kaşgar Türkçesi'nin nesir örneği olması itibarıyla, Kutadgu Biliğ mukaddimesi, Karahanlı edebiyatı için, büyük bir değer taşımaktadır.Kutadgu Biliğ'den takriben 100-200 yıl sonra yazıldığı iddia edilmektedir.Yusuf Has Hâcib'e atfedenlerde vardır. Fakat birinci iddia daha uygun görülmektedir.Üslubu, muhtevası ve edası bunu tamamıyla teyit etmektedir. Bâ husus ki Kutadgu-Biliğ'in elimizde mevcut üç nüsha fihristinde bu bahis, birbirinden farklı şekildedir. Bu düzensizlik, bizzat yazarın elinden çıkmadığını göstermektedir.
Kaynaklar

Karahanlı dönemine ait eserler (Divanu Lugati’t- Türk, Kutadgu Bilig, Atabetü’l -Hakayık, Divan-ı Hikmet), 2. Karahanlı dönemine ait eserler üzerine yapılmış
atabetü'l-hakayık. yüknekli edip ahmet tarafından 12. y.y.'da aruz ölçüsüyle, ancak 11'li hece ölçüsünü çağrıştıran bir kalıpla yazılmıştır. atabetü'l-hakayık da tıpkı kutadgu bilig gibi öğüt vermek amacıyla yazılmıştır. eserde bilgi-bilgisizlik, dilin iyi kullanılması, cömertlik-cimrilik, alçakgönüllülük, açgözlülük, iyilik-kötülük gibi belli başlı konular irdelenir.

bu eserde de kutadgu bilig'de olduğu gibi, türk töreleriyle islam inancının harmanlanması ve uyumu ön planda tutulmuştur.


***********************************


Satuk Buğra Han’ın Hayatı

 

 

Büyük Türk İmparatorluğunu, 840 yılından itibaren devralmağa başlayan Karahanlıların 1212 (1240) yıllarına kadar devam eden hanedanlığı esnasında en önemli ve muhakkak ki dünya tarihinin seyrini değiştiren büyük hadise Türklerin İslam dinini kabul etmiş olmasıdır.

940 yılı civarında Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han zamanında vuku bulan bbu dünya çapındaki hadise, dünya üzerindeki büyük tesiri dercesinde Karahanlılar arasında da destani bir havaya bürünmüş ve Satuk Buğra Han etrafına gelişen bir destan meydana gelmiştir.

Türklerin İslam Dinini kabul edişleri ilahi bir ilhama bağlamaya çalışan Satuk Buğra Han Destanının çok kısa bir zamanda geliştiği, islamiyetten önceki Türk Destanlarından da aldığı ana motiflerle daha da zenginleşerek tesbit edilen yazılı şekle geldiği söylenebilir.

Aynı zamanda bu gün bile Kaşgar yakınlarındaki Artuç kasabasında bulunan mezarı bir ziyaretgah mahalli olan Satuk Buğra hayatını, destani bir hava içinde anlatan Satuk Buğra Han Destanı Tezkire-i Buğra Han adlı bir eserde kayıtlıdır. Bu eserin muhtelif el yazmaları vardır.

Peygamberimiz Hazreti Muhammed, Miraç esnasında, diğer bütün peygamberleri de görür. Aralarından birini tanıyamanz ve Cebrail Aleyhisselelama o zatın kim olduğunu sorar. Cebrail de:

-Bu zat Peygamber değildir, der. Bu zat, sizin ruhunuzu Ulu Tanrıya emanet ettiğiniz günden üç yıl sonra yer yüzüne inecek ve sizin dininizi Türkistan da yayacaktır.

Cebrail Aleyhisselamın bu cevabı üzerine hazreti Muhammed çok sevinmiş, Miraçtan sonra, gece gündüz bu mübarek ruh için dua etmeğe başlamıştı. Tabi bu arada, bu mübarek zattan sahabelerine de bahsetmiş ve sahabelerinin bu zatın ruhunu görmeği istemeleri üzerine Hazreti Muhammed de dua ederek Miraç esnasında gördüğü zatın ruhunun görünmesini arzulamıştı.

Hazreti Muhammed' in duası üzerine birden karşılarında kırk silahlı atlı belirdi. Selam verip yaklaştılar. Bu atlılar, başlarında Satuk Buğra Han' ın bulunduğu kırk arkadaşının ruhu idi.

Yıllar geçtikten sonra, Kaşgar Hükümdarının bir oğlu dünyaya geldi. Adını Buğra Han koydular. Buğra Han' ın doğduğu gün büyük zelzeler oldu. Su kaynakları kurudu. Buğra Han' ın büyüdüğü zaman müslüman olacağını falcılar anladılar. Bunun üzerine de onun öldürülmesini sağlık verdiler. Fakat annesi oğluna kol kanat gerdi; falcıların yalan söylediğini iddia etti. Şayet bir gün gelir falcıların dediği çıkar ve Buğra Han büyüdüğü zaman müslüman olursa, onun o gün öldürülmesini istedi. Böylece de oğlunun öldürülmesini önlemiş oldu.

Satuk Buğra Han, on iki yaşına gelince kırk arkadaşı ile birlikte ava çıktı. Bir tavşanı kovalamağa başladı. tavşanı kovalamağa o kadar dalmıştı ki arkadaşalarından ayrıldığını farketmedi.

Tavşanı bir müddet kovalayan Satuk Buğra Han, bir müddet sonra hayvanın şekil değiştirdiğini hayretle gördü. Gerçekten de kovaladığı tavşan bir ihtiyar adam kılığına girmişti. Satuk Buğra Han bu zatın Hızır Aleyhisselam olduğunu anladı ve onun verdiği dini nasihatları ve öğütleri can kulağı ile dinledi.

Bundan bir müddet sonra, zamanı gelince Satuk Buğra Han' ın babası öldü. O zamanki Türk adetlerine göre annesi de, Satuk Buğra Han' ın amcası ile evlendi. Fakat bir gece Buğra Han amcasını İslam dinine davet etti. Amcası kabul etmedi. Bunun üzerine yer yarıldı ve yarılan yere Buğra Han' ın amcası gömülüp kayboldu. Amcasının bu şekilde ölmesi Satuk Buğra Han' ın hükümdar olması demekti çünkü tahta geçecek başka bir kimsesi yoktu. Ve Satuk Buğra Han hükümdar oldu.

Hükümdar olur olmaz da Türk Ülkesinde İslamiyeti yaymağa başladı. Bütün savaşları kazanıyordu. Savaşlarda ağzından çıkan ateşler bütün kafirleri yakıyordu. Kılıcını düşmana çevirince kılıcı kırk adım birden uzuyordu. Bu yüzden bu kılıcın korkusu dört bir yanı doldurmuş, düşmanlarını sindirmişti. Öyleki, Satuk Buğra Han doksan yaşına geldiği zaman ülkedeki bütün Türkler müslüman olmuştu. Amuderya kıyılarından güneyde Kış Kezek taraflarına ve kuzeyde Karakum' a kadar yayılan olanlarda herkes islam dinine girmişti. Bu da yetmeyince Çin ile savaşıp İslamiyeti oraya kadar yaydı.

Ondan sonra Satuk Buğra Han ilahi bir emir aldı. Bu emre u***** Kaşgara döndü ve orada öldü. Dört kızı vardı. Bunlardan ikincisinin adı Alanur idi. Alanur bir gün evinin önünde gördüğü bir arslandan korkarak bayıldı. Ayıldığı zaman bir çocuğu olduğunu anladı. Doğan çocuğa Ali adını verdiler Hazreti Ali gibi Allah' ın Arslanı olduğundan bu adı verdiler.

(Satuk Buğra Han destanının, Buğra Han' ın kızı Alanur' un gebe kalması, değişik bir, el yazmasına göre de: Cebrail' in getirdiği bir ışığın Alanur' un ağzına akması sonucudur. Bu bir damla ışıktan doğan Alanur' un oğlu, Hazreti Ali gibi bir Allah' ın Arslanı olduğundan, Seyyid Ali Arslan Han adını almıştır.

 

 

Satuk Buğra Han’ın Tezkeresi

 

Abdülkerim Satuk Buğra Han Hz. Peygamberin ilahi misyonunu kucaklayan ve onu kendi neslinden

gelenlere kudsi bir emanet olarak tevdi eden Türk hükümdarı ve Asya bozkırlarında ilk Müslüman Türk Devletini kuran Karahanlı hakanıdır.


Abdülkerim Satuk Buğra han 859 yılında bir Karahanlı Prensi olarak doğmuştur.Babası o daha doğmadan ölmüştür.Ancak bu çocuk doğduğunda ilginç olaylar olmuş.Dağlar kırlar çiçeklerle bezenmiş.Irmaklar kurumuş ve depremler olmuştur.Ozamanın din görevlisi sayılan Kamlar bu çocuğun ilerde kendi dinlerine düşman kesileceğini o yüzden öldürülmesini söylediler.Ancak annesi dayanamadı ve oğlunun yanlış bir şey yaptığı zaman öldürülmesini istedi.Neticede bu istek kabul edildi. Satuk Buğra han doğduğunda etrafı kafirlerle çevrili idi.Ancak o her zaman bir manevi boşluk hissetti.

O sıralarda Devrin büyük devletlerinden Samani devletiyle Karahanlılar mücadele içindeydi.Ancak Samanilerden bazı kimseler Karahnlı ülkesine ticaret yapmak için geliyorlardı.Bunlarda biride Ebu Nasr handır.Aslında kendisi bir Samani Prensidir.Ancak ticaretle uğraşmak isteniştir.Kısa zamanda Karahanlı hükümdarı Oğulcak Kadir han’ın yani Satuk Buğra Han’ın amcasının güvenini kazanmış.Onunla dost olmuştur.Hatta Oğulcak Han ona Artuc valiliğini vermiştir.

O sıralarda Satuk Buğra han iyice bir manevi boşluk içindedir.Ancak ne yapacağını bilemez ve bir gün ilahi bir olay olur.40 arkadaşı ile ormanda ava çıkmışlardır.Satuk Buğra han bir tavşanın peşinden gider.Arkadaşlarından ayrılır.Tam bu sırada tavşan aniden bir insan dönüşür.Satuk Buğra han donmuş kalmıştır.Karşısındaki adam ona önüme gel ve otur der.Satuk Buğra söyleneni yapar.Bu mübarek insan ona şöyle der: ‘’Oğlum neden yolunu şaşırmışları takip ediyorsun.Eğer siz Allah’ın iyi insanlarını seçer ve onların gösterdiği yoldan yürürseniz hem bu ve hemde öteki dünyada bahtiyar olursunuz.Ben seni Cehennem ateşinden kurtarmaya geldim.’’ Dedi. Sonra bu adam ona Kafirlerin uğrayacakları gazap ve işkenceleri öylesine anlattıki Satuk Buğra han korkudan titreyerk bana bu dini öğret dedi.Ancak ona bu dini öğretecek olan o değildi. ‘’Sana bunu öğretecek kişiyi yakında göreceksin dedi ve oradan kayboldu.’’O kişi Hızır’ın ta kendisi idi.

Satuk Buğra han bu olaydan okadar korktu ki ne yapacağını şaşırdı.Günlerce bir korku ve merak içinde yaşadı.Ancak hayatı Ebu Nasr’ın valilik yaptığı Artuc’a vergi toplamak için gitmesiyle değişecekti.O gün Satuk Buğra han Ebu Nasr hanla yemek yedi ve Ebu Nasr hanın etrafındakilerle namaz kılmasını seyretti.Merak edipte bu yaptıklarının en olduğunu sorunca Ebu Nasr han ona İslamı güzel sıfatlarıyla anlattı.Satuk Buğra han çok etkilendi ve ağzından şu cümleler döküldü.’’İşte Allah bu.O. ibadete ne kadar layık,Bu peygamber ne kadar doğru söylemiş,uyulmaya ne kadar layık.Bu din ne kadar güzel,kabul edilmesi ne kadar münasip.Ve ogün Satuk Buğra han Müslüman oldu.

ABDÜLKERİM SATUK BUĞRA HAN HZ.MUHAMMED’İN HUZURUNDA

Bilindiği gibi Hz. Muhammed mirac geçesinde göğün yedi kat üzerine çıkmış orada peygamberler meclisine katılıp Peygamberlerle sohbet etmiştir.Orada bir kişi dikkatini çekmiş ve yol arkadaşı Cebrail’e bu peygamberin kim olduğunu sormuştur.Cebrail’de ona ’’O bir peygamber değil sizin ölümünüzden 333 yıl sonra dünya’ya gelicek ve Türkistan’da İslamı yayacak olan Satuk Buğra Han’dır’’ der.Peygamberimiz buna çok sevinir o kişi için hayır dualar eder.Hatta sahabelerden bazılarına bu kişiyi anlatır.Sahabelerde bu kişiyi görmek istediklerini yalvarırcasına söyleyinde Efendimiz ellerini yukarı kaldırır ve dua eder.Tam o sırada gökten Satuk Buğra han ve 40 arkadaşı gelirler Peygamberimizin önünde selam verip dururlar.Daha sonrada atlarıyla birlikte Türkistan taraflarına doğru gidip kaybolurlar.


Şimdi bizi hikayemize dönelim.Satuk Buğra han Müslüman olunca ilk başta bu dini etrafındakilere anlattı ve aile çevresinden 50 kişi onunla Müslüman oldu.Ancak amcası kafirdi ve Satuk Buğra han ondan Müslüman olduğunu gizliyordu.İbadetlerini gizli gizli yapıyordu.Bir gün askerler onu abdest alıp namaz kılarken gördü ve amcası Oğulcak Kadir han’a haber verdi.Oğulcak han Satuk doğduğunda kahinlerin söylediklerini hatırladı ve Satuk’un annesine söyledi.Annesi ise Oğulcak’ın yaptırdığı yeni tapınakta Satuk’un da çalışmasını teklif etmesini kabul etmesse öldürülmesini istedi.Oğulcak Han kabul etti.Ancak Satuk’un annesi bu fikrini Satuk’a söyledi.Ondan bu tapınak inşaatında iyi çalışmasını söyledi.Neticede Satuk Buğra Han bu teklifi kabul etti ve herkes 1 tuğla taşırken o 2 tane taşıdı.Ancak her zaman dua etti.’’Allah’ım eğer kafirlere karşı beni üstün getirirsen sana burada bir mescid yapacağım imamlığını ben yapacağım hutbeleri ben okuyacağım’’ bu şekilde aylarca çalıştı.En sonunda tapınak bitirildi ve Oğulcak Kadir han yeğeninin çalışmalarından memnun oldu.Onu affetti.

Satuk 25 yaşına geldiğinde yanına 50 kişi aldı ve Tabgac Balık kalesi’ni ele geçirip oraya sığındı.Burda güçlendi.Kaşgar süvarilerinden yanına 300 kişi topladı.Fergana gazileri ile birlikte 100 kişi oldular ve Atbaşı’nı feth ettiler.Sonra 3000 kişi olup Kaşgar’a hücum ederek burasınıda ele geçirdiler.

Bundan sonra Satuk Buğra Han devletin hükümdarı oldu.Türkistanda İslamı yaydı.Çin’e kadar sınırlarını genişletti.Ancak Çin’e sefere giderken hastalandı.Kaşgar’a döndü ve burada 955 yılında vefat etti.

Satuk Buğra Han tezkeresinde şuna dikkat çekmek lazımdır.Buda Hz. Muhammed ile Satuk Buğra Han’ın hayatları arasındaki benzerliktir.Peygamberimizde doğduğunda doğa üstü olaylar olmuş Sasani sarayının sütünları yıkılmış.Mecusilerin sürekli yanan ateşleri sönmüştür.Aynı şekilde Satuk Buğra han doğduğundada doğa üstü olaylar olmuştur.Ayrıca her ikiside yetim doğmuşlardır.Peygamber efendimizde Satuk Buğra han’da İslam ile şereflendirilene kadar bir manevi boşluk yaşamaışlardır.Her ikiside İslam’ı ilk başta çevresindeki kişilere yaymış ve bu kişi sayısı benzerdir.Ayrıca Satuk Buğra han’ın ilk başlardaki 300 1000 ve 3000 kişilik ordusunun sayısı Bedir,Uhud ve Hendek’te çarpışan kişi sayısıyla büyük benzerlik gösterir.Bu tezkerenin gerçek olup olmadığını bilmiyoruz.Bunuda belirtmekte fayda var. :D:D 


**********************



Ergenekon Destanı

Moğol ilinde Oğuz Han soyundan il Han’ın hükümdarlığı sırasında Tatarların hükümdarı Sevinç Han Moğol ülkesine savaş açtı. ilhan’ın idaresindeki orduyu Kırgızlar ve diğer boylardan da yardım alarak yendi. ilhanın ülkesindeki herkesi öldürdüler. Yalnız il Han’ınn küçük oğlu Kıyan ve eşi ile yeğeni Nüküz ile eşi kaçıp kurtulmayı başardılar. Düşmanın, onları bulamayacağı bir yere gitmeğe karar verdiler.

Yabanî koyunların yürüdüğü bir yolu izleyerek yüksek bir dağıda dar bir geçite vardılar. Bu geçitten geçerek içinde akar sular,pınarlar, çeşitli bitkiler, çayırlar, meyva ağaçları, çeşitli avların bulunduğu bir yere gelince Tanrıya şükrettiler ve burada kalmağa karar verdiler. Dağın doruğu olan bu yere dağ kemeri anlamında “Ergene” kelimesiyle “dik” anlamındaki “Kon” kelimesini birleştirerek “Ergenekon” adını verdiler. Kıyan ve Nüküz’ün oğulları çoğaldı. Dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri o kadar çoğaldılar ki Ergenekon’a sığamadılar. Atalarının buraya geldiği geçitin yeri unutulmuştu. Ergenekon’un çevresindeki dağlarda geçit aradılar.

Bir demirci, dağın demir kısmı eritirlerse yol açılabileceğini söyledi. Demirin bulunduğu yere bir sıra odun, bir sıra kömür dizdiler ve ateşi yaktılar. Yetmiş yere koydukları yetmiş körükle hep birden körüklediler. Demir eridi, yüklü bir deve geçecek kadar yer açıldı. İlhan’ın soyundan gelen Türkler yeniden güçlenmiş olarak eski yurtlarına döndüler, atalarının intikamını aldılar.

Egenekondan çıktıkları gün olan 21 martta her yıl bayram yaptılar. Bu bayramda bir demir parçasını kızdırırlar, demir kıpkırmızı olunca önce Hakan daha sonra beyler demiri örsün üstüne koyarak döğerler. Bugün hem yeniden özgür hem de bahar bayramı olarak hala kutlanmaktadır.

Uygur Destanları Uygurlara âit Türeyiş ve Göç isimli iki destan parçası tesbit edilmiştir. Türeyiş parçası Çin kaynaklarından Göç ise hem Çin hem

İran kaynaklarında bulunmaktadır.

 

 

 





 

 

 

 


 

Uzun bir zamandan sonra tekrar merhaba.. :)

KOMİK OYUNLAR :) **SİTEMİZİ SIKKULLANILANLARA EKLEYİN!**
Sık kullanılanlara ekle

GüNLüK BuRÇ

Günlük Burç

** RADYO **

Bugün 28 ziyaretçi (44 klik) kişi burdaydı!

» LimeWire Basic 4.12.4

» Windows Live Messenger (Türkçe) 8.0.0792

» Winamp Surround Edition 5.25 Full Beta 801

» Ares Lite Edition 1.8.1

» MSN Messenger (Türkçe - Windows 98/ME için) 7.0.0816

» Google Earth 4.0.1693 Beta

» WinRAR (Türkçe) 3.60 Beta 8

» BvT Live TV 2.0

» Avast! 4 Home Edition 4.7.871

» Turing Translator 6.02

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol